Son Dakika
MEZHEPÇİLİK ve İRAN
Türkiye; 2003-2020 arasındaki 17 yıl süresince bölgesel aktör olma ve bu noktadan hareketle daha sonra ise, İslam dünyası ekseninde küresel aktör olma yolunda hatırı sayılır çalışmalar yürütmüştür. Her ne kadar bir çok operasyonlardan geçen ülkemiz ve iktidar bu iddiasının peşinde koşmaya pek mecali kalmamış gibi görüntüsü olsa da; şimdilerde mezhep açılımı üzerinden, en azından içe dönük durağanlığını bertaraf edip İslam dünyasında söz sahibi olması gerekiyor bence de buna hazırlanıyor.
Eğer içeride yeterince derlenip toparlanılabilir ve ayrıştırıcı yaklaşımlar bertaraf edilebilirse, belki de kısa süre zarfında, dışarıda kaldığımız yerden devam etmeye başlayabiliriz. Bu anlamda önemli bir merhaleyi daha geride bırakabilmek için, “Mezhepler” toplumunu da memnun edebilecek yeni bir açılım projesini devreye girdirme düşüncesi çok isabetli olacaktır. Hiç kuşkusuz ki, yüzyıllara şamil bir sorunu çözebilme hesabı gerçekten de epeyce iddialı bir meseledir. Ancak, gelinen noktada, bu sorunu çözmeden de bir adım öteye sıçrayabilmenin çok zor olduğu net bir biçimde görünüyor.
Açıkçası mezhepler sorunu ile Türkiye-Azerbaycan Türkiye-arap ülkeleri Türkiye-İran ilişkilerinin nasıl bir seyir takip edebileceği arasındaki bu ilişkiler merakla beklenmektedir. ; tıpkı Kürt sorunu ile bölge devletleri-Türkiye ilişkilerinin nasıl bir seyir takip edeceği arasında olduğu gibi… Bundan dolayıdır ki, böylesi bir iddiayı seslendirebilme ve hatta hayata geçirebilme cesareti gösterebilen kişilerin taşlanmayı değil, bilakis teşekkürü hak ettikleri kabul edilmelidir. Ancak, kabul edelim ki, elbette böylesi bir sorunu çözebilmek hiç de kolay olmayacaktır…
Gerçekten de özellikle Şia ile Alevi-Bektaşi bağlantıları ve dolayısıyla İran’ın tarihi rolü dikkate alındığında, Alevi sorununun sadece Türkiye’nin iç sorunu olmadığı rahatlıkla anlaşılacaktır. O halde, İslam dünyasının da bir sorunu olduğunda hiçbir şüphe bulunmayan Mezhepler meselesi ele alınırken, daha şümullü bir çalışma içerisine girilmesine özellikle dikkat edilmelidir. Bu bağlamda Mezhep meselesi denince, İran’ın tarihi duruşu mutlaka göz önünde bulundurulmalı ve eski hataların tekrarlanmamasına özellikle dikkat edilmelidir.
Özellikle yüzyıllardan beri Şii-Sünni kutuplaşmasını çok iyi bir şekilde kullanma ve istismar etme becerisini göstermiş bulunan bir Batıcı hegemonya mücadelesi “demokrasinin kılıcı” gibi başımızda dururken, Mezhepler sorununu çözerken İran’ı hesaba katmamak pek akıllıca bir tutum olmayacaktır. Zira dünya ölçeğinde “mezhep referansını kullanarak” çalışmalar yürüten bir İran ve perde gerisinden tüm desteğini vererek “Şii hilalini” palazlandırma çalışmaları yürüten bir Batı karşımızda varken, sadece yüzeysel çalışmalarla “devasalaşmış bulunan” Mezhep sorununu çözebilmemiz kesinlikle mümkün değildir. Çünkü bizim yüzeysel çıkışımıza karşın “sistematik ve uzun vadeli planlamayı esas alan” Batılıların hedefi, Şii-Sünni çatışması üzerinden yüzlerce yıl inleyen bir İslam coğrafyası ortaya çıkarmaktır.
Bu durumda, şayet sahici bir şekilde Mezhep meselesinin çözüme kavuşturulması çalışmasına girişilecekse, elbette İran’ın uzun soluklu ve çok boyutlu çalışmaları da kapsamlı bir şekilde dikkate alınmalıdır. İyice bilinmelidir ki; İran’ı kapsamlı bir biçimde analiz etmeden, Mezhep meselesini yeterince analiz ettiğimiz düşüncesine kapılmamız da ciddi bir hata olacaktır. Öyle ise, İran’ın yüzyıllara dayanan “mihver ve kuşatmacı politikalarını” kısımlara ayırarak çözümlemeden Mezhep sorununu tatmin edici bir düzeyde çözüme kavuşturabileceğimizden de emin olmamalıyız.
Üstelik Mezhep meselesi özelinden hareketle Şii-Sünni ayrışmasına neşter vurabilmenin kapısını aralama niyeti esas alınacak olunursa, bundan hem İran, hem Türkiye ve hem de tüm İslam dünyası önemli ölçüde istifade edecektir. Aksi durumda ise; Saddam sonrasında Irak’ta, Arap Baharı furyası sonrasında ise tüm diğer İslam ülkelerinde bizzat Batılılar tarafından palazlandırılmaya çalışılan Şia mihveri, kaçınılmaz olarak, İslam dünyasının yüzyıl savaşlarına sürüklenmesi sürecinde kullanılacaktır. Bu sürecin farkında olan Türkiye ile İran, ivedi bir şekilde, gereken tedbiri alamadıkları takdirde, “mezhep savaşı” bahanesiyle İslam coğrafyasının tamamı karıştırılacak ve daha sonra da yüzlerce kent devletinin kurulması için emperyalist üst iradenin eline teslim edilecektir.
Batılıların yüzyıllar boyunca İran’ı ve benzer anlayıştaki Fatımileri nasıl kullandıkları ortada dururken; bilişim çağı koşullarında, Batılılar için “bu karıştırma hamlesinin” ne kadar kolay bir denklem işi olduğunu rahatlıkla tahmin edebiliriz, etmeliyiz de… Bu anlamda Osmanlı’nın Viyana kapılarında durdurularak sürekli olarak geriye çekilmeye mahkûm edilmesi ile İspanya’daki Endülüs Müslümanlarının tamamen tarihten silinmeleri meselelerinde İran ile Fatımilerin nasıl kullanıldıklarını zaten çok iyi biliyoruz.
Bu durumda “İran sorunu” kardeşlik hukuku çerçevesinde ortadan kaldırılmadığı sürece, özelde Türkiye ve İran’ın, genelde ise İslam dünyasının Batı karşısında varlık gösterebilme imkânı
bulunmamaktadır. Bu durum da gösteriyor ki; meselenin sadece içeriye dönük “Alevi” kısmıyla ilgilenmek yerine, dışarıya bakan Şii-Sünni ayrışması yönüyle de mutlaka ilgilenme iradesi ortaya koyulmalıdır. İşte tam da bu noktada “derin devlet aklı” devreye girdirilmeli ve İran-Türkiye gizli görüşmeleri derhal başlatılmalıdır.
Unutulmamalıdır ki, her ne kadar İran bizim için kardeş ve stratejik değeri çok önemli bir ülke olmakla beraber, tarihsel derinliği olan sorunlarımızı kökten çözemediğimiz sürece Batılı güç odakları tarafından bize karşı kullanılmaktan geri duramayacaktır. Örneğin; Batılı koalisyon tarafından işgal edilen Irak büyük ölçüde İran’a teslim edilerek “Şii-Sünni kutuplaştırması” sürecinde çok önemli bir mesafe alınmışken; İran, kısa vadeli kazanımların etkisi altında kalarak, Batılılar tarafından kurulmuş olan “uzun vadeli tuzak” karşısında, İslam dünyasını bekleyen büyük yangın felaketine odun taşımayı sürdürüyor. Hâlbuki İran, ortalık karıştıktan sonra, İran’daki 35 milyon Azeri kardeşimizin harekete geçirilmesi vasıtasıyla kendisinin de dört beş parçaya bölünebileceği daha şimdiden öngörebilmeli ve Türkiye ile Pakistan’ın yanında tam olarak safını belirlemelidir.
Sonuç olarak; gelinen son durum çerçevesinde bakıldığında hem İran’ın, hem de Türkiye’nin içeride ve dışarıda arzu ettikleri “sürdürülebilir nitelikteki politik açılımları” gerçekleştirebilmeleri pek mümkün görünmemektedir. Öyle ise, “Mezhep” çalışmalarına girişilmeden önce, kapsamlı bir şekilde İran çalışmaları yapmak zorundayız. Yeri gelmişken kısaca belirteyim ki; sakın İran’a göbekten bağımlı olduğumuz gibi yanlış bir kanaat oluşmasın; zira İran’ın içyapısı ve özgün tarihi incelendiğinde, aslında İran’ın önemli ölçüde Türkiye’ye göbekten bağlı olduğu görülebilecektir. Madem öyle; her iki taraf, merhum Erbakan’ın D-8 projesinde olduğu gibi, öncelikli olarak Pakistan ile etkili olabilecek ülkeleri d yanlarına alarak, geleceği birlikte planlama işinin bir köşesinde “bismillah” deyip siftah yapmalıdırlar. Açıkçası, bunun ötesindeki arayışlardan pek bir hayır çıkabileceğini tahmin edemiyorum
Yok biz Müslümanlar olarak birlik beraberlik içinde olamazsak bizleri çok şamar oğlanı gibi tokatlamaya devam ederler.
Yusuf YOLDAŞ
İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER KÖŞE YAZILARI
28 Mart 2025 Köşe Yazıları
28 Aralık 2024 Köşe Yazıları
09 Aralık 2024 İstanbul, Kağıthane, Köşe Yazıları
05 Kasım 2024 Köşe Yazıları